Orhan Pamuk – Cevdet Bey ve Oğulları

5 2 oy
İçeriği Oylayın

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar Orhan Pamuk, ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Oğulları‘nı 1974 yılında yazmaya başlamış ve kitabın yazımını dört yıl içerisinde tamamlamıştır. İlk basımı 1982 yılında yapılan Cevdet Bey ve Oğulları, ünlü Alman yazar Thomas Mann’ın Buddenbrooklar romanından esinlenilerek bir aile romanı şeklinde kurgulanmıştır. Bunun yanında Türkiye’nin genel portresini de okuyucuya aktarma amacı güden kitap, Pamuk’un da romanın son sözünde belirttiği üzere, bu özelliğiyle Lev Tolstoy’un Anna Karenina‘sından izler taşımaktadır.

Orhan Pamuk

Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul’un ilk Müslüman tüccarlarından olan ve Batılı anlamda modern bir aile kurmak isteyen Cevdet Bey’in ve kendisinden sonra gelen iki kuşağın 1905 ve 1971 yılları arasındaki yaşamını anlatmaktadır. Pamuk’un tabiriyle “bir dönem İstanbul’un en burjuva ve en Batılılaşmış mahallerinden biri” olan Nişantaşı’nda yaşayan Işıkçı ailesi (Cevdet Bey’in ailesi), yazarın içinden çıktığı aileyle benzer niteliklere sahiptir (Pamuk, 577). Zira Pamuk da, Nişantaşı’nda “yarı burjuva yarı Osmanlı” bir ailede büyümüştür. Cevdet Bey’den başlayarak Işıkçı ailesinin üç kuşağını anlatan Cevdet Bey ve Oğulları, bu süreçte ülkenin ve toplumun geçirdiği değişimi de gözler önüne sermektedir.

Dilerseniz kitabın bütünüyle alakalı daha fazla detaya girmeden, satır aralarına gizlenmiş çarpıcı bölümleri keşfe çıkacağımız serüvenimize başlayalım. Kitaplar hakkında kaleme aldığım bu yazı serisindeki yazıların amacının ve yapısının ne olduğunu daha detaylı öğrenmek istiyorsanız, bu serinin ilk içeriğin olan “Kemal Tahir – Esir Şehrin İnsanları” başlıklı yazımın giriş bölümüne göz atabilirsiniz.

Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları

Korkmak İçin Yetiştiriliyoruz

Cevdet Bey ve Oğulları ilk bölümü itibariyle, II. Abdülhamid’in baskıcı rejimi altında inleyen 1905 yılı İstanbul’unda geçen olaylara yer vermektedir. Bu bölümün en önemli kahramanlarından biri ise Cevdet Bey’in abisi Nusret’tir. Nusret bir dönem Paris’te Jön Türk hareketine katılan, Fransa’dakine benzer bir devrimle Abdülhamid’in ve mevcut düzenin devrilmesi gerektiğini savunan bir Osmanlı aydınıdır. Verem olduktan sonra İstanbul’a dönen Nusret, hasta yatağında dahi ülkenin sorunlarıyla ilgili konuşmaktan geri durmaz. Nusret’in Fransız sosyal tarihçi Edmond Demolins’in görüşlerinden faydalanarak, Osmanlı’nın geri kalmışlığının nedenini Cevdet Bey’e açıklaması bunun en çarpıcı örneklerindendir:

” Demolins’e göre İngilizlerin üstünlüğünü, orada bireylerin, insanların daha özgür olmasında aramak lazım. İşte bizde bu yok. Bizde öyle özgür, aklını kullanan, girişken insan yok! Bizde herkes köle, herkes boyun eğmek, toplumun içinde erimek, korkmak için yetiştiriliyor. Eğitim dedikleri şey hocanın dayağı, anneyle teyzenin saçma tehditleri. Din, korku, karanlık düşünceler, ezberlenmiş şeyler… Sonunda boyun eğmekten başka bir şey öğrenmiyorlar. Kimse kendi çabasıyla, topluma karşı çıkarak yükselmiyor. Herkes boyun eğerek, birisinin himayesine girerek, kulluk ederek yükseliyor. Kimse kendi hesabına düşünmüyor. “

Pamuk, 71
Edmond Demolins (1852-1907), Fransız sosyal tarihçi.

Doğu hakkında şunları söyler Alman şair Friedrich Hölderlin: “Tıpkı muhteşem bir Despot gibi Doğu, gücü ve göz kamaştıran ışığıyla insanları yere çalar, insan orada daha yürümeyi öğrenmeden diz çökmek, konuşmayı öğrenmeden dua etmek zorunda kalır!”

Pamuk’un kendi romanında da yer verdiği bu söz, yaşadığımız coğrafyanın yıllardan beri kanayan yaralarına parmak basmaktadır. Burada aklını kullanmak, farklılaşmak, özgür yaşamak her daim baskıyla karşılık bulmuştur. Toplum kendine benzemeyeni sindirmek, sistem tahmin edilemez olanı engellemek istemiştir. Bu sindirme ve engelleme uğraşının başvurduğu temel araç ise korku olmuştur. Değişimi önlemek adına değiştirilemez olan din kullanılmış, ezbere ve not kaygısına dayalı eğitim anlayışıyla çocukların beynine değiştirilemez bilgiler konulmuştur. Kafasını kaldırıp asıl gerçeği görmek isteyenlerin boynu toplumun ve sistemin sopasıyla bükülmüş; dolayısıyla insanlar akıllarını kullanmak yerine boyun eğmek, özgür olmak yerine kulluk etmek zorunda kalmıştır.

Neye Bağlıyız Hayatta

Romanın ikinci bölümünde, ekseriyetle Işıkçı ailesinin (Cevdet Bey’in ailesinin) 1936’dan sonraki hayatından ve Cevdet Bey’in küçük oğlu Refik’in yaşayışından bahsedilir. Refik’in Mühendis Mektebi’nden arkadaşı ve aynı zamanda bir şair olan Muhittin, bu bölümde sık sık adı geçen kahramanlardan biridir. Hayattan zevk alamayan, aile kurma fikrini bayağı bulan, yegâne amacı iyi şiirler yazmak olan Muhittin’in yaşamı; Beyoğlu’ndaki bir meyhanede, Mahir Altaylı adındaki Türkçü bir öğretmenle karşılaşması sonucu tamamen değişir. Mahir Altaylı’nın burada Muhittin’e söyledikleri, hayattan zevk alamayan herkes için bir öğüt niteliğindedir:

” İşte, burada oturuyor, mutsuz bir hayat sürüyor, içkiyle kendinizi zehirliyorsunuz, diyordu Mahir Altaylı. ‘Çünkü bir ülkü yok hayatınızda. Neye bağlısınız hayatta? Dine mi? Hayır! Ailenize mi? Hayır!’ … ‘Bir kıza mı? Hayır! Zevke eğlenceye mi? Hayır! Biz yaşıtlarınız gibi inkılaplara mı? O da hayır! Peki şiire mi? Evet buna hayır demiyorsunuz, ama ötekiler olmadan şiirin ne değeri kalır ki?’ “

Pamuk, 282
İstiklal Caddesi, 1940’lar. (Akıncı, Turan. Cumhuriyet’te Beyoğlu
Kültür, Sanat, Yaşam (1923-2003)
, İstanbul: Remzi Kitapevi, 2019.)

Her ne kadar Mahir Altaylı bu sözleri Muhittin’i bir Türkçü yapma amacıyla söylemiş olsa da ülkü veya amaç eksikliğiyle alakalı vurguladığı noktalar düşünmeye değerdir. Zira amaç eksikliği, hayattaki başarısızlıklarımızın en büyük sebeplerinden biridir. Bir amacımız olduğunda dünya daha tahmin edilebilir bir yer haline gelir, daha az çabalayarak daha hızlı yol aldığımızı fark ederiz ve sorunlara karşı daha dayanıklı hale geliriz. Ünlü Fransız yazar Michel de Montaigne “Amacı olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez.” der. Amacı olmayan kişi için her rüzgâr bir engeldir.

Mahir Altaylı’nın sözlerinin şiir özelinde de doğruluğu olduğu yadsınamaz. “Şiirler ve Anlattıkları adlı yazımda da bahsettiğim gibi şiirler bir amaca hizmet eden, şairin kendisini yine kendisine anlatmasını sağlayan araçlardır. Şairin bağlı olduğu bir ülkü, bir duygu yoksa ortaya koyacağı ürün ham ve basit durmaya mahkumdur. Zira şairin ruh röntgeni olan ve duygularla düşünceleri anlatan şiir, şairin içine yeterince işlememiş bir duyguyu ya da düşünceyi yeterince çarpıcı bir biçimde anlatamaz ve sıradan kalır.

Yüreğin Coşkusu

Mahir Altaylı’yla tanışmasından sonra hayatı bambaşka bir yöne evrilen Muhittin, bu yeni hayatın getirdiği değişim buhranları içindedir. Her düşüncesini ve davranışını o güne kadar aklına dayandırsa da milliyetçilik ülküsünün getirdiği duygu yoğunluğu, onu akıl ve mantıktan uzaklaştırmaktadır. Muhittin için yeni olan bu buhranı, yazar oldukça etkileyici bir biçimde okuyucuya aktarır:

” Düşüncelerinden korkmuş, uyuyamamıştı, çünkü içinde bir fırtına patlak vermişti. Fırtına Muhittin’e hiç alışık olmadığı bir soru sorduruyor, ‘Yaptığın doğru mu?’ diyordu. Şimdiye kadar bu soruyu kendine çok az sormuştu, çünkü yüreğinin sesini dinlememişti. Hep düşünceleriyle hareket etmiş, hep aklıyla çevresini didikleyerek karar vermişti. Masanın üzerindeki gazetelere, dergilere, kitaplara bakarken, ‘Şimdi kendimi yüreğimin coşkusuna bırakıyorum, hiç duymadığım şeyler duyuyorum ama alışacağım!’ diye mırıldandı. “

Pamuk, 298

Karar alma ve eyleme geçme sürecinde bizleri en güvenilir ve tutarlı biçimde yönlendiren yegâne güç akıldır. Lakin akıl kimi zamanlarda kontrolünü kaybeder, kalp baskıcı bir yönetime karşı çıkan cesur bir kahramana dönüşür. İkisi arasındaki mücadele büyük çalkantılar, bunalımlar doğurur. Duygularının kontrolü altında hareket eden insan, mantığının öfkesiyle sarsılır; mantığın kontrolü ele almasına ise duygular mâni olur. Bu durumda tek yapabileceğimiz, ikisini ortak bir paydada buluşturmaktır. Aksi takdirde aklın ve kalbin uzun süreli kavgası yıkıcı olacaktır.

Ah Türkiye

Roman boyunca çokça adı geçen başka bir kahraman da Cevdet Bey’in oğlu Refik’in Mühendis Mektebi’nden bir diğer yakın arkadaşı Ömer’dir. Mühendis Mektebi’nden sonra öğrenimine Londra’da devam eden Ömer; Türkiye’ye çok para kazanma, birçok şey başarma, her şeyi elde etme hırsı içinde döner. Bu hırsı sebebiyle Balzac’ın Goriot Baba romanının kahramanlarından biri olan “Rastignac”a benzetilir ve bir “fatih” olarak adlandırılır. Türkiye’deki ilk işi olarak Kemah-Erzurum arasında bir tünel yapımı görevini üstlenen Ömer; gerek Türkiye’yi Avrupa’yla kıyaslaması gerek ilk işinde gördükleri gerekse de kendi bakış açısı sebebiyle, Türkiye’yi adi ve aşağılık bir ülke olarak görür. Ömer bu düşüncelerini, kendisini ziyarete gelen Refik’le beraber Kemah’ın toprak ağası Kerim Bey’in verdiği ziyafetten dönerken şöyle ifade eder:

” ‘Burada, Türkiye’de insan hiçbir şeye aklıyla inanamaz.’ Ömer gene işçi barakalarını işaret etti. ‘Ya onlar gibi Allah’a inanırsın ya da hiçbir şeye. Çünkü her şey sahte burada. Her şey taklit! Her şey yalan, ikiyüzlülük, kandırmaca dolu.’ ” …. ” İşte Türkiye bu… Ah Türkiye, düşününce içimden ağlamak geliyor… “

Pamuk, 314
Kemah, Erzincan. (http://www.eskiturkiye.net/3182/kemah-erzincan)

Yazarın Ömer’e bu denli kötümser bir tablo çizdirmesinde, kitabı yazmış olduğu 1970’li yıllarda ülkenin içinde bulunduğu durumun da etkisi olduğu düşünülebilir. Zira 70’li yıllar Türkiye için dış borçların artığı, döviz eksikliğinin yaşandığı, sağ-sol çatışmasının çoğaldığı, suikastların fazlalaştığı ve partizanlığın üst seviyelere tırmandığı bir dönem olmuştur.

Bu noktada asıl üzücü olan ise günümüz Türkiye’sinin şartları düşünüldüğünde, çoğumuzun yukarıda yazılanları haklı bulacak olmasıdır. Aradan geçen onca seneye rağmen, hukuksuzluklar, yolsuzluklar, ekonomik sıkıntılar, cinayetler ve daha birçok konu hususunda sorunların çığ gibi büyümesi, toplumun onurlu ve haysiyetli fertlerini oldukça düşündürmekte ve üzmektedir.

Sopayla Gelen Aydınlık

Cevdet Bey’in küçük oğlu olan Refik, babasının ölümüne kadarki ömrü boyunca eşi ve geniş ailesiyle birlikte dengeli bir hayat sürer. Babasının ölümünden sonra eski yaşamına yabancılaşan Refik, “Hayatta ne yapmalı?” sorusu eşliğinde, yaşamak için yüce ve topluma fayda sağlayacak bir ideal arayışına girer. Kemah’a, arkadaşı Ömer’in yanına gitmesi de bu arayışın bir neticesidir. Bu süreçte ülke, halk ve toplumla alakalı birçok tartışmaya giren Refik, bu tartışmalardan birini de Ömer’in nişanlısı olan Nazlı’nın babası Muhtar Bey ile yaşar. Muhtar Bey aynı zamanda inkılapçı bir milletvekilidir. Muhtar Bey’in söylediği sözlerle başlayan ve Refik’in düşünceleriyle devam eden tartışma da haliyle inkılaplar hakkındadır:

” ‘Ya bizimle, devletle ve inkılaplarla birlikte olur, eline sopayı alırsın, istediğin reformları ve ilerlemeleri gerçekleştirirsin ya da tek başına kalırsın, belki de boş yere hapse girersin! Mesela tekkelerin kapatılması… İnsanları bu saçma inançlardan kurtarmak lazım. Ama onlar vazgeçmeye niyetli değil! Ne yapmalı?’

Refik, ‘İnsanları kırbaçlayarak yapılan hiçbir şey haklı çıkarılamaz.’ diye düşünüyor, ama gene ilke olarak ilerlemeye yol açan zora karşı çıkılamayacağını düşünüyordu. “

” Peki nasıl olur? Halkı sopalayarak aydınlığa getirmek nasıl olur? Biz eğer bu ülkede aklın ve yeniliğin ışığı parlasın istiyorsak, bunu halk için istemiyor muyuz? “

Pamuk, 363-365
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kanunun bulunduğu 30 Kasım 1925 tarihli resmi gazetenin ilk sayfası. (https://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/232.pdf), (T.C. Cumhurbaşkanlığı Resmî Gazete web sitesi: https://www.resmigazete.gov.tr/).

Türkiye’yi Birinci Dünya Harbi’nin ertesinde düşmandan temizleyen hareket hiç kuşku yoktur ki bir halk hareketidir. Bağımsızlık mücadelesi, halkın istiklal arzusu ve çabası çevresinde şekillenmiştir. Ancak cumhuriyetin kuruluşunun ve devamında gelen inkılapların tam olarak halkın talebiyle gerçekleştiği söylenemez.

Osmanlı’nın son dönemindeki bozukluklar dikkate alındığında büyük çoğunluğunun cahil olduğu söylenebilecek halk, gerek Osmanlı’dan arda kalan kültürün ve inanışların etkisiyle gerekse çağdaş toplumlar, kişisel hak ve özgürlükler hakkındaki bilgisizliğinin neticesinde yapılan inkılaplara zaman zaman karşı çıkmıştır. Halka gerekli eğitim verilinceye kadar geçecek sürede inkılapların sekteye uğramamasını isteyen yönetim ise bu tepkilere zor ve baskıyla karşılık vermiştir. Bu baskının meşruluğu tartışılabilir olsa da eğitimle yeterince desteklenemeyen, tepeden inme inkılapların halk nezdinde yeterince etkili olmadığı açıktır.

Halka Rağmen Halk İçin

Refik, Kemah’ta bulunduğu süre boyunca Ankara’daki inkılapçı yazar Süleyman Ayçelik’le ülke için yapılabilecekler konusunda sık sık mektuplaşır. Kemah’ta köy kalkınması hakkındaki tasarılarını bir kitap taslağı haline getiren Refik, bu tasarılarını hükûmet yetkilileriyle paylaşmak üzere Ankara’ya gider ve ziyareti sırasında Süleyman Ayçelik’le de görüşür. Bu görüşmede Refik’in inkılapların zor kullanılarak yapılması hakkındaki görüşlerine karşı çıkan Süleyman Ayçelik, Muhtar Bey’inkine benzeyen düşüncelerini şöyle ifade eder:

” Bütün günahları biliyorum, bütün günahları benimsiyorum. Çünkü başka bir yol olmadığına inanıyorum! Siz de eğer bir şey yapmak istiyorsanız, eğer devlete bir yararınız olsun istiyorsanız, günahları benimseyecek kadar cesur olmalısınız… Doğrusu günah da diyemem onlara… Devlet için yapılan hiçbir şey günah sayılmaz. ” … ” İnkılap halkın hayrına olanları, halka rağmen, fakat halk için, halka getirmek işidir… “

Pamuk, 385
Ankara, 21 Kasım 1938: Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü üzerine düzenlenen devlet cenaze töreni. Romanda da bahsedilen ve işlenen bu tören, Refik’le Süleyman Ayçelik’in konuşmasından birkaç hafta önce gerçekleşmiştir. (https://tabutmag.com/ebedi-sefimiz-ataturkun-istanbul-ve-ankaradaki-cenaze-toreni-albumu-700/35/)

Osmanlı’nın son yılları, Kurtuluş Savaşı süreci ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşaması düşünüldüğünde; inkılapların tezelden yapılıp ülkeyi hızlıca muhasır medeniyetler seviyesine çıkarma arzusu anlaşılır hale gelmektedir. Zira ülkeyi uçuruma sürükleyen saltanatın yeniden ortaya çıkma tehlikesi, olası çok başlılık sorunu ve halkın saltanatın kötü taraflarını göremeyecek kadar bilgisiz ve mutaassıp olması; daha demokratik ve ilerlemeyi mümkün kılacak bir yönetim biçimini ve devamında getirilecek yenilikleri gerekli kılmıştır.

Ancak bu gerekliliğin devletin her yaptığını meşru kılacağı düşüncesine de katılmadığımı belirtmek isterim. Daha doğru, etkili ve insancıl bir yol bulmak için her daim itici güç olan eleştiri, makul seviyede daima var olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti için, “İnkılap halkın hayrına olanları, halka rağmen, fakat halk için, halka getirmek işidir.” tanımının doğru ve gerekli olduğuna katılırken, her daim daha doğru, etkili, insancıl ve eğitimin ön planda olduğu “başka bir yol” vardır, demekten de geri duramam.

Üst Üste Kutular

Girişte de bahsettiğim üzere, Cevdet Bey ve Oğulları yalnızca bir aile romanı özelliği göstermemekte, aynı zamanda kitabın geçtiği yıllar içerisinde ortaya çıkan dönemsel değişimleri de gözler önüne sermektedir. Bu dönemsel değişimlerden biri de Işıkçı ailesinin yaşadığı mahalle olan Nişantaşı’nda artan apartmanlaşmadır.

Cevdet Bey’in büyük oğlu olan Osman, çevrelerinde artan apartman sayısını ve hane nüfusundaki çoğalmayı sebep göstererek, kendilerinin de oturdukları müstakil ev yerine bir apartman yapmaları gerektiğini söyler. Buna karşın Osman’ın annesi, aynı zamanda bir paşa kızı olan Nigân Hanım; apartmanların aile yaşamına uygun olmadığını, kendisinin hep konaklarda ve büyük evlerde yaşadığını ifade ederek, iki kuşak arasındaki bakış açısı farklılıklarını gözler önüne serer:

” Bir evde hep birlikte oturulup hep birlikte yaşanır, herkes birbiriyle ilgilenir… Benim ailem büyük evlerde oturmuştur… Üst üste kutularda değil. Herkes birbiriyle ilgilenmeli, herkes birbirini sevmeli, kimsenin hayatı ötekinden gizlenmemeli… Doğrusu budur! “

Pamuk, 431
Doğan Apartmanı (Naib Bey Apartmanı). 1893 yılında Helbig ailesi tarafından İstanbul, Galata’da yaptırılan apartman, İstanbul’daki ilk apartmanlardandır.

Selin Mutdoğan, “Türkiye’de Çok Katlı Konut Oluşum Sürecinin İstanbul Örneği Üzerinden İncelenmesi” makalesinde, Osmanlı’daki ilk apartmanlaşmanın 1839 yılında, Tanzimat Fermanı’yla birlikte başladığını vurgular. 1860’lı yıllarda bir konaklar ve saraylar semti olarak gelişmeye başlayan Nişantaşı’nda ise apartmanlaşmanın 1930’lu yıllarda, özellikle tüccarların ve burjuvazinin semte yerleşmesiyle hız kazandığı, Derya Özakbaş tarafından, “İstanbul Konut Mimarisinin 1923-1940 Yılları Arasındaki Gelişim Süreci” makalesinde ifade edilir.

Nişantaşı’na o dönemde yapılan apartmanlardan biri de, yazarın çocukluğunun geçtiği aile apartmanı olan Pamuk Apartmanı’dır. Yazar, romanı içerisinde, kendi ailesinin de bir parçası olduğu bu değişimi ve değişimin getirdiği görüş ayrılıklarını başarılı bir biçimde okuyucuya aktarır.

Sünnet Törenleri

Babasını kaybettikten sonra eski hayatına gitgide yabancılaşan Refik, bu yabancılaşma sürecinden kurtulamadan ve hayatındaki eski dengeyi bulamadan hayata gözlerini yumar. Ancak Refik bu süreçteki düşünceleriyle ve hayata bakış açısıyla takdir edilmesi gereken bir roman kahramanıdır. Refik’in toplum ve kültür üstü sayılabilecek yüksek ruhlu düşüncelerinden biri, belki de günümüz için en özeli, sünnet törenleriyle alakalıdır. Kahramanımız, yeğeni Cemil’in Heybeliada’daki sünnet töreni sırasında, bu törenler hakkındaki düşüncelerini şöyle belirtir:

” ‘Evet ilkel, vahşi, tam bize göre çirkin bir tören bu!’ diye mırıldanarak içeri girdi. ‘Gereksiz olduğuna karar verdikleri bir et parçasını kesiyorlar… Buna ne lüzum var?’ Bu konuda temizliğe ve sağlığa ilişkin okuduğu, duyduğu bazı düşünceleri hatırladı. ‘Peki, hadi gerekli diyelim… Ama bunun törenine ne gerek var?.. Herkese bunu duyuruyoruz, herkes böyle bir şey olduğunu biliyor ve hediyeler getiriyor… Bu çirkin olaydan utanan çocuk da hediyeler geldiği için seviniyor.’ Kendi sünnetini hatırladı. Herkesten gizlemek istediği, utandığı bu olayın başkaları tarafından neşeyle, sevinçle karşılandığını, bir marifet yapmış gibi kendisini sevgiye ve hediyeye boğduklarını görünce o da utancını unutmuş, bazılarının sözlerine de inanarak bu işten gururlanması gerektiğini çıkarıp övünmüştü. “

Pamuk, 451-452

Günümüzde artan kadın cinayetlerinin en büyük sebeplerinden biri erkek egemen toplumun varlığıdır. Kadının özgürleşmesini, kendi kararlarını alıp kendi ayakları üzerinde durabilmesini, tek başına birçok şey başarabilmesini, kendi gücü ve otoritesine yönelik bir tehdit olarak algılayan erkek; bu gücü ve otoriteyi korumak için psikolojik, toplumsal, sözlü veya fiziksel şiddete başvurur. Peki erkeğe bu gücün ve otoritenin kendisinde olduğunu düşündüren şey nedir? Ne kadın ne de erkek doğuştan buna benzer bir algı, düşünce veya his farklılığıyla doğmaz. Erkeğe gücün kendisinde olduğunu düşündüren de, kadına geri planda durmasını söyleyen de aile, çevre, toplum ve kültürdür.

Sünnet törenleri ise toplumun, erkeği kadın karşısında yüceltme eğiliminin en açık şekilde fark edildiği organizasyonlar, daha derin bir tabirle toplumsal cinsiyet eşitsizliği okullarıdır. Bu okullarda yetiştirilen erkek çocuklar, biyolojik erkekliğin onları kadınlardan ayıran ve daha üstün yapan en önemli nitelik olduğuna kanaat getirirler. Utandığı durumdan aslında utanmaması, hatta övünmesi gerektiğini öğrenen erkek çocuk; cinsel organı tarafından kendisine hediye edilmiş bir güç ve otoriteye sahip olduğuna inanır. Gerisi hepimizin malumu: öfke, şiddet ve cinayet…

Kapanış

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadın cinayetleri konusunda söylemek istediğim daha çok şey olsa da yazının bütünlüğünü bozmamak adına sözlerimi burada noktalamak isterim.

Cevdet Bey ve Oğulları, okuyucuyu bir zaman yolculuğuna çıkarmasıyla, ülke tarihimiz hakkında çeşitli ayrıntılara yer vermesiyle ve satır aralarında barındırdığı derin düşünceleriyle, kesinlikle okunmaya değer bir kitap. Okurken betimlemelerin fazlalığı ve ayrıntıların çokluğu gözünüze çarpacak olsa da tüm kısımları sıkılmadan okuyacağınız kanaatindeyim.

Siz de roman hakkındaki düşüncelerinizi yorum kısmında belirtebilir, yazımı beğendiyseniz sosyal medya platformlarından paylaşarak bana destek olabilirsiniz. Hepinize daha adil, mutlu ve huzurlu bir yaşam temenni eder, sağlıklı günler dilerim!


Künye: Pamuk, Orhan. Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2019.



Aşağıdaki ikonlar yardımıyla sosyal medya hesaplarıma ulaşabilirsiniz.


5 2 oy
İçeriği Oylayın
guest
2 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Satır Arası Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Bilgütay Dursunoğlu
Bilgütay Dursunoğlu
19 Nisan 2022 20:10

Kitabı okudum, biraz da sıkıldım açıkçası. İlber Ortaylı’nın bu eser için söylediği “geveze bir kitap” sözüne katılmakla birlikte ben de sizin gibi yine de okunması gereken bir kitap olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.