Ünlü Türk yazar, senarist ve eleştirmen Selim İleri, Oğuz Atay’ın eşsiz eseri Tutunamayanlar hakkında şunları söyler: “Tutunamayanlar binlerce ayrıntının, yaşam kadar zengin ve anlamlı ayrıntının bilinçli bir değerlendirmesidir.” Tutunamayanlar, barındırdığı kişi çeşitliliğine rağmen ekseriyetle romanın “disconnectus erectus”u Selim Işık’ın bakış açısıyla kaleme alınmıştır. Öyle ki; romanın şekillenmesinde önemli pay sahibi olan Turgut Özben, Süleyman Kargı, Günseli Ediz gibi kahramanların düşünceleri ve hisleri dahi Selim’in zihninin ifadesi konumundadır. Bu bakış açısının roman boyunca başarılı bir şekilde korunmuş olmasına övgüler düzen İleri’ye göre Tutunamayanlar’daki ayrıntı zenginliğini sağlayan unsur, yazarın yaşamın içindeki detayları Selim’in zihin süzgecinden geçirerek yorumlaması ve yazıya dökmesidir.
Okurları, ilk okumada bitirilemeyen roman olarak bahsederler Tutunamayanlar’dan. Okuması sancılı olduğundan mıdır, yoksa yazılanları hazmetmek uzun sürdüğünden midir bilinmez; Tutunamayanlar, geniş bir sürece yayılarak ve yavaş yavaş sindirilerek okunabilen, belki de bu şekilde okunması gereken bir eserdir. “Yaşam kadar zengin ve anlamlı” binlerce detayın, okur tarafından algılanıp zihinde bilinçli bir şekilde işlenebilmesi için harcanan bu vakit, aslında okuru geliştiren ve zenginleştiren çok önemli bir kazanımdır. Kendi Tutunamayanlar tecrübemi ve Tutunamayanlar üzerine zihinsel değerlendirmemi sizlerle paylaşmak adına kaleme aldığım yazı dizimin üçüncü ve son bölümüyle bugün karşınızdayım. Sizlerden dileğim; okurken şüphe duymanız, merak etmeniz ve farkındalık kazanmanız. Dilerseniz mürekkep yolaklarını ve satır aralarını keşfetmeye çıktığımız yolculuğun sonuna ulaşmak üzere kaldığımız yerden devam edelim.

Cennet Nedir
Çeşitli inanış ve kültürlerde “cennet” kavramı ve cennetin nitelikleri değişkenlik gösterir. Semavi dinlere göre cennet, ölümden sonraki hayatta günahsız veya günahlarından arınmış kimselerin sonsuz bir mutluluk içerisinde yaşayacakları mekandır. Kelt inancında dünyevi bir cennet görüşü hakimdir; bu inanışa göre ölümden sonra iyi ruhlar okyanusun derinliklerinde bulunan bir adaya gitmekte ve burada sonsuza kadar zevk içerisinde yaşamaktadır. Eski Türk inanışlarına bakıldığında ise iyi tinlerin (ruhların), ölümden sonraki sonsuz yaşamlarını Gök Tanrı’ya yakın, aydınlık bir yer olan Uçmak’ta geçirdikleri inancının hâkim olduğu görülür.
Çok eski zamanlardan bu yana, ölümden sonraki hayatın varlığını işaret etmek ve dünyevi kötülüklerden sakınmayı teşvik etmek için “cennet” kavramını ortaya atan birçok din ve inanış; yaptıkları cennet tasvirleriyle de birbirinden ayrışır. Bu çeşitlilik içerisinde kendine yer bulan “Tutunamayanlar” dini, bu dinin en önemli mensuplarından biri olan Selim’in aracılığıyla cenneti şu şekilde tasvir eder:
“ cennet muhallebiden duvarlar demek değildir sayın yetkili cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir sen beni dinleyeceksin sayın yetkili benim reyimle oraya geldin bana kulak vereceksin yanımdan hışım gibi özel muhafızların ve kurşun işlemez camlı arabalarınla rüzgâr gibi geçmeyeceksin öyle sahte bir samimiyet de istemiyorum benimle el sıkışırken resimler çektirmen gereksiz ”
Atay, 510-11
Anlamak, farkına varmak, ortak paydada buluşmak, hak vermek, sabretmek, öğrenmek ve insanlığın ihtiyaç duyduğu daha onlarca yeti… Bu yetiler, ancak ve ancak “işitmek için kulak vermek” anlamına gelen “dinlemek” eylemi aracılığıyla geliştirilebilir ve böylece dünya her canlı için daha yaşanılabilir bir yer haline getirilebilir. Herkesin birbirini dinlediği, birbirinin farkında olduğu ve bu farkındalığa uygun davranışlar içerisinde bulunduğu bir dünya; açgözlülük ve bencillikten sıyrılmış, hoşgörü ile saygının hâkim olduğu manevi açıdan bakıldığında kusursuz bir cennet bir kimliğine bürünür.
Alıntıladığım bu kısım, dinlemenin önemini vurgulamasının yanı sıra eleştirel boyutuyla da bana göre büyük önem taşıyor. Özellikle merkezi yönetim birimlerinde rastlanan fakat yozlaşmış bir düzen içerisinde yerel yönetim dinamikleri içerisinde de karşılaşılabilen bir sorun olan yöneten ve yönetilen arasındaki diyalog yetersizliği, insanlığın yüzyıllardan bu yana süregelen en büyük sorunlarından biri. Oğuz Atay yazdığı bu cümlelerle, artık kangren haline gelmiş bu soruna başarılı bir biçimde parmak basıyor.
Bu noktada birkaç yorum yapmadan geçemeyeceğim. Yönetme yetkisinin halkın özgürce seçtiği temsilcilerde olduğu demokrasi gibi yönetim biçimlerinde yetkililer ve yetkilendirenlerin sağlıklı iletişimi sistemin sürekliliği ve etkinliği açısından oldukça önemliyken; iletişimde meydana gelecek kopukluklar ve sorunlar sistemin meşruluğunun sorgulanmasına yol açabilir. Liderler ve yurttaşlar arasına koruma ve zırhlı araçlardan örülen duvarlar, vatandaşların sorunlarına kişisel çıkarlar sebebiyle kulak tıkayan yöneticiler, yönetenlerin medyatik hırs ve hedeflerle halkla kurduğu ilişkiler ve dahası… Bunlar demokrasi kisvesi altında saman altında su yürüten ve gitgide oligarşik, hatta monarşik bir yapıya evrilen yönetimlerin tipik özelliğidir. Birer yurttaş, daha da önemlisi birer insan olarak sorumluluk ve görevlerimizden biri, böylesine bir durumla karşılaştığımızda gereken tepkiyi göstermek ve sorun daha fazla büyümeden, bozulmuş sistemi asıl demokrasi temelleri üzerine yeniden inşa etmeye çaba harcamaktır. Bu bilince sahip olarak, sorgulamaktan ve eleştirmekten çekinmeden atılacak adımlar, yaşam kalitemizi her açıdan büyük ölçüde artıracaktır.
İşportacı Psikiyatristler
Kültürel psikolojiye göre kültürler bireyci ve toplulukçu olmak üzere iki ana kategoride toplanır. Birleşik Amerika ve Batı Avrupa kültürleri gibi bireyci kültürlerde, bir grubun veya topluluğun hedeflerine nazaran bireysel amaçlar daha ön plandadır. Öte yandan; Çin, Kore, Endonezya kültürlerini de içinde barındıran toplulukçu kültürlerde, grup hedeflerine bireysel ihtiyaç ve isteklerden daha çok önem verilir. Bireyci ve toplulukçu kültürlerin coğrafi dağılımına bakıldığında, Batı toplumlarının bireyci kültür özelliklerini taşıdığı görülürken Doğu insanları üzerinde toplumcu kültürün etkisinin daha ön planda olduğu gözlerden kaçmaz.
Oğuz Atay, Turgut ve Turgut’un hayali arkadaşı Olric’i Batı ve Doğu kültürleri bağlamında bir konuda tartıştırırken, Turgut’un düşünceleri aracılığıyla iki kültür arasındaki farkı oldukça başarılı bir biçimde aktarır okuyucuya:
“ Olmazmış. Kibar çevrelerde sorulmazmış. Batıdan gelen güzel bir alışkanlık. Ne yapıyorsunuz, ne kadar kazanıyorsunuz, denilmezmiş. Adamlar uzun uzun düşünmüşler. Doğulunun içtenliğini de incelemişler. Bilimsel olarak. Sonunda sorulmamasında karar kılmışlar. Birbirine yalnız, daha iyi olun inşallah filân diyebiliyorsun. Konuşmak için psikiyatristlere gidiyorlarmış. ” … “ Bizde bu işler ne kadar ucuz. Bilimsel olmadığı için bir sonuca ulaşamıyoruz. Meyhaneler işportacı psikiyatristlerle dolu. Belediye zabıtası bunlara engel olmalı. Ruhsatları yok. Batılılar size uygunsuz bir organlarıyla gülerlerdi. ”
Atay, 540
Batı ve Doğu kültürleri arasındaki farklılıkları, insan ilişkileri üzerinden böylesine etkili ve gündelik bir örnekle açıklayan Oğuz Atay; kalemine doldurduğu hiciv mürekkebiyle bilimin tahakkümlerini de kinayeli bir dille eleştirmekte. Tıpkı İngiliz filozof Michael Oakeshott’ın felsefeyi bilimin sorularından ve sorgularından kurtarmak için deneyim teorisi yoluyla bilimi eleştirdiği gibi; Oğuz Atay da kültürün en önemli ögelerinden biri olan insan ilişkileri konusunda dahi bilimin en büyük otorite kabul edilmesini imalı bir dille tenkit etmekte. İnsanların bazen eğlenmek bazen kederlenmek için gittikleri meyhanelerdeki dert dinleyen insanları “işportacı psikiyatristler” olarak adlandıran Oğuz Atay, insanî ilişkilerin temelini oluşturan konuşmak eyleminin, pragmatik bir anlayışın sonucu olarak bilimin boyunduruğuna girmesine ve bir getiri aracı olarak kullanılmasına karşı kinaye dolu, eleştirel bir tavır takınmakta.
Yapılan eleştirinin doğruluğunu veya yanlışlığını sizin takdirinize bırakarak bu konu hakkında üzerinde durmak istediğim nokta; insani ilişkilerin eski sıcaklığını kaybetmesi ve bunun doğal bir sonucu olarak insanların giderek yalnızlaşması. İnsanların son yıllarda daha bireyci, hatta narsist hale geldiklerini göstermesi açısından; 2009 yılında yayımlanan “Tuning in to Psychological Change: Linguistic Markers of Psychological Traits and Emotions Over Time in Popular U.S. Song Lyrics” (“Psikolojik Değişime Uyum: Zaman İçerisinde Popüler ABD Şarkı Sözlerinde Psikolojik Özelliklerin ve Duyguların Dilsel Belirteçleri”) adlı makale oldukça önemlidir. Makaleye göre ABD’deki popüler şarkıların sözlerinde kullanılan “ben, beni, bana” gibi birinci tekil şahıs zamirlerinin sayısı, 1980-2007 yılları arasında yaklaşık %33 oranında artış göstermiştir. Şarkı sözlerinin zaman içerisinde çok daha “ben” odaklı hale gelmesi kanıtlamaktadır ki insanlar her geçen gün daha narsist bir kimliğe bürünmekte, dolayısıyla yalnızlaşmaktadırlar.
Peki bu narsistleşmenin ve yalnızlaşmanın sonuçları nelerdir? 2019 yılında yayımlanan bir meta-analizinin sonuçları göstermektedir ki 1970 yılından bu yana yetişkinlerde görülen zihinsel hastalıklar %18 oranında artmıştır. Burada ve bir önceki paragrafta bahsettiğim çalışmaların verileri doğrudan bir sebep-sonuç ilişkisi kurmamıza müsaade etmese de bireyselleşme ve zihinsel rahatsızlıklar arasındaki güçlü karşılıklı ilişki, bilgiye dayalı bir tahmin yapmamızı mümkün kılar. Bu bağlamda şunu söylemek yanlış olmaz: Bireyselleşmenin artmasıyla beraber yükselişe geçmiş olabilecek zihinsel rahatsızlıklar, bugün psikiyatrist olarak adlandırılan ve ruhsal hastalıklar konusunda uzmanlaşmış bireylere büyük bir ihtiyaç doğurmuştur. Bir diğer tabirle, “işportacı psikiyatristlerin” azalması diplomalı psikiyatristlerin türemesine ortam hazırlamıştır. Bu noktada naçizane tavsiyem, insan olarak sosyal varlıklar olduğumuz farkına varmamız ve bu kimliğimizden uzaklaşmamamızdır. Aksi takdirde akıl sağlığımızı korumanın çok daha zor hale geleceği açıktır.
Gecenin Sıkıntısı
Doğum, “tutunamayanların prensi” Selim için yolun sonunda vücudunu parçalayacak mermiyi daha ilk günden namluya sürmekti aslında. Mermi ve silahı hemen o gün Selim’in eline tutuşturansa tutunamadığı hayatın ta kendisiydi. Selim; hayatı boyunca parmağını tetikten uzaklaştırmaya, silahı elinden bırakmaya çabalasa da “tutunamayanların prensi” olarak sorumlulukları vardı ve bunlardan kaçamazdı. Zamanı geldiğinde, o tetik çekilip o mermi Selim’in bedeniyle buluştuğunda; bir prens ölmüş yerine yepyeni bir kral doğmuştu. Selim Işık hanedanlığı işte o gün tam anlamıyla kurulmuştu.
Tutunamayanlar’ın 591 ve 708. sayfaları arası Selim’in intihar etmeden kısa bir süre önce yazmaya başladığı günlüklere ayrılmış. Yakalandığı ağır hastalıktan bir türlü kurtulamayan ve bu süreçte, zaten hep yakın olduğu intihara doğru koşar adım yol almaya başlayan Selim; Oğuz Atay’ın kaleminde can bularak yazdığı bu günlüklerde, yaşadıklarını, hissettiklerini, tutunamayışını öyle güzel ve sarsıcı bir biçimde aktarır ki biz okuyuculara… Hele bazı cümleler var ki o günlükte, bir insanın yaşarken nasıl ölebileceğini veya nefes almanın yaşıyor olmak için nasıl tek başına yeterli olamayacağını gösterir nitelikte adeta:
“ Bu sabah uyandığım zaman, gecenin sıkıntısı göğsümden kalkamamıştı. Demek ölüm bu, diye düşünüyordum. Sabahları uyandığıma sevinemiyorum. Gecenin sıkıntısı, öğleye kadar sürdüğü için, sabahın verdiği diriliği yaşayamıyorum. Öğleden sonra da akşamın hüznü çöküyor. ” … “ Eskiden, buhranlı gecelerimin sabahında, güneşin doğuşu beni sakinleştirirdi. Şimdi sıkıntı veriyor: yeni bir güne başlamanın sıkıntısını. Basma perdenin arasından giren ışınlar, yaşanacak uzun bir günü gözümüze sokuyor. ”
Atay, 595 & 597
Karanlık bir örtüdür gece, kasvet kokar kimine. Gecenin dinginliği içinde ruhu saran karmaşa, kişiyi süründüren bir veba gibidir adeta. Soluk kesen, halsiz düşüren, akla binlerce soru getiren bu bela, kâh kaybolur günün ilk ışıklarıyla kâh ruhu kangren eder gecenin sonunda.
2017 yılında yazmış olduğum bir şiirimden seçtiğim şu dörtlük; sabahın, aydınlığın, uyanmanın insanı bedenen ve ruhen ne ölçüde dirilttiğini ve güçlendirdiğini gösteren iyi bir örnek kanaatimce: “Şafak demleniyor, aydınlık yakın/Ufuk silkiniyor dur gitme sakın/Şaşırmış bedenler, fikirler baygın/Ey kızıl gökyüzü, sana da günaydın!”. Ancak ne yazık ki sabahlar herkes ve her şey üzerinde aynı etkiyi yaratmamakta. Bazen gecenin karanlığı öyle bir sıkar ki ruhu, tıpkı Selim gibi sabah uyandığına dahi sevinemez olur insan. Ve eğer bir “tutunamayan”sa o insan, yani zaten sıkıntı doluysa doğuştan; geceler sabahlara, sabahlar öğlelere, öğleler tekrar gecelere karışır ve bu döngü tek bir mermi çekirdeğiyle kesilene dek döner durur öylece.
Yaşamayı Öğrenmek
Tutunamayanlar, Selim’in hayatını ve yaşantısını farklı kahramanların perspektifinden yaralanarak birçok yönden mercek altına alır. Selim’i intihara sürükleyen etkenleri oldukça geniş bir biçimde inceleyen Tutunamayanlar; zaman zaman okuyucularına, Selim’in bu duruma gelişini özetleyen paragraflar da sunar. Mizacın, aile ortamının ve çevrenin Selim’i bir “tutunamayan”a nasıl dönüştürdüğü gösteren, bu niteliğiyle de kitabın özünü yansıtır durumda bulunan şu bölüm; bahsettiğim paragraflar içerisinde, Selim’in doğumuyla intiharı arasındaki süreci en kapsamlı ve yoğun olarak anlatanlardan biri bana kalırsa:
“ Beni kötü yetiştirdiler. Annem de, babam da bana gerekli eğitimi vermediler. Yaşamak için demek istiyorum. Bana yaşamasını öğretmediler. Daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. Yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. Ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. İnsan, kendi bulurmuş doğru yolu. Ben bulamazdım. Bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları öğrettiler. Başka türlü bir itina ile tutmalıydılar beni. Daha fazla değil, farklı. Normal bir insan olmaya zorladılar, bana boş yere vakit kaybettirdiler. Olmayınca da, anormal dediler. Ben de kendimi anlamadım: bütün hayatım boyunca normal bir adam olmaya çalıştım. Arkadaşlarla genel eve gittim, müstehcen romanlar okudum ve sokakta genç kızların peşinden gittim. Hiçbirinde tutarlılık gösteremedim. Bunun üzerine anormal olduğuma karar verdiler. Onlara biraz olsun benzeyebildiğim ölçüde kendimi mutlu sayıyordum. Kendimi onlardan ayırmasını beceremedim. Hitler, genel yatakhanelerde işçilerle kalırken bile onlardan ayrı olduğunu hisseder, onlara yaklaşmazmış. Bende böyle bir içgüdü yoktu. Sınıfta toplanıp müstehcen resimleri seyrettikleri zaman, onlardan uzaklaşmak gerektiğini bilemedim. Oysa, onlar gibi hissetmiyordum. Duyduğum bu yabancılığı, onlardan geri kalmak diye nitelendirdim ve nefes nefese onlara yetişmeye çalıştım. Bu bakımdan yakınmaya hakkım yok. Onlar gibiydim. ”
Atay, 611-12
Yaşarken öğrenmek, öğrendiğini yaşamaktan çok daha önemli ve değerlidir. Hayat kişinin kendini keşfe çıktığı bir macera değil midir nihayetinde? Bu konu hakkında, “Hayat, yaşantı aramak değil, kendimizi aramaktır.” der, ünlü İtalyan şair Cesare Pavese. Dolayısıyla, tecrübe edinmeksizin başkalarından edinilen çiğ bilgilerle yaşamı, yaşamayı öğrenmeye kalkmak; özü kendini aramak olan hayata yabancılaştırır insanı. Aslına bakılırsa bu yabancılaşma; sıradan, toplumdaki klasik insan portresine uyan kişiler için pek de büyük bir sorun teşkil etmez. Zira “çoğunluk” tarafından, “çoğunluğun” yaşamını idame ettirebilmesi için üretilen bu çiğ bilgiler, “çoğunluğa” katılan yeni fertleri hayatta tutmaya yetecek niteliktedir. Ancak Tutunamayanlar’ın Selim’i gibi toplumsal kalıplara uymayan, dolayısıyla “anormal” olarak değerlendirilen bireyleri bir robot misali önceden programlayıp değişkenliklerle ve normal insanlarla dolu hayatın kollarına atmak, kanatları koparılmış bir sineği kocaman bir karınca yuvasının içine bırakmaya benzer. Nasıl sineğin o haliyle karınca yuvasında hayatta kalması imkansızsa; yaşamayı nasıl öğrenebileceği öğretilmeyen Selimler de çok geçmeden yok olup gitmeye mahkûmdur.
Yaşama İçgüdüsü
Yaşarken karşılaşılan büyük zorluklar, ümit etmekten alıkoyabilir insanları. Ancak ölüm; çaresi yokmuş gibi görünen durumlarda dahi açık duran, insanlığın son ümit kapısıdır. Selim, hasta olduğu dönemde çok kez doktora gitmesine ve onlarca ilaç kullanmasına rağmen bir türlü eski sağlığına kavuşamaz; artık iyileşme ümidi kalmamıştır. Geri dönüşü olmayan o son kapı onun için ardına kadar açılmaya hazırdır. Fakat hayatta kalmakla ölüme teslim olmak arasında yaşadığı ikilem, Selim’i elinde kalan son ümit zerresinden uzaklaştıran büyük bir engeldir. Tam bu noktada, Selim’in düşünceleri Oğuz Atay’ın sözcükleri aracılığıyla kâğıda dökülür ve ortaya “tutunamayanalar”ın çaresizlik portresi olarak nitelendirilebilecek şu cümleler çıkar:
“ İyileşmek istemiyorum. Artık bu kadarını ümit edemiyorum. Göğsümde sıkışıp kalmış korkuyu atabilsem yeter bana. O zaman aklım ve bedenim, istediğim gibi uyuşmuş olacak: beni yıpratan bu çelişme sona erecek. Ben de, beni küçümseyen bu kalabalığın gözlerinin içerisine korkusuzca bakabileceğim. Beni korkutan yaşama içgüdüsünü göğsümden söküp atabilsem, ben de çekinmeden, gururla, kişiliğimi sürdürebileceğim. ”
Atay, 613
Hayatta kalma içgüdüsü, tüm canlılar gibi insanların da sahip olduğu en güçlü dürtüdür. Düşüncelerimiz, davranışlarımız, ilişkilerimiz ve hatta duygularımız dahi bu içgüdüye bağlı olarak şekillenir. Ancak bazen insanlar, yaşam içerisindeki aşılamaz zorluklar dolayısıyla, kökeni ta insanlığın başlangıcına dayanan bu içgüdüden vazgeçerler. Bu vazgeçiş; korkmaya, sakınmaya, saklanmaya son veriştir bir nevi. Ölümü bir kurtuluş yolu olarak görürken ölümden korkmak, bir uyumsuzluk ve çelişki durumuyken; bu korkudan sıyrılmak, her şeyi yoluna sokmaktır nihayetinde. Uzun bir yolda düşe kalka yürümektense, kısacık bir yolda koşar adım yürüyebilmek kimileri için tercih edilebilir bir seçenektir.
“Diyenler” ve Sezgiler
Sağır kurbağanın hikayesi bilmeyenimiz yoktur sanıyorum. Kurbağalar arasındaki kuleye tırmanma yarışında, seyirciler “başaramayacaklar” diye bağırırken, yalnızca sağır kurbağanın kulenin en tepesine tırmanabildiği hikâyeden bahsediyorum. Hikâyenin verdiği mesaj oldukça açık olsa da, yine de üzerine düşünmeden edemiyor insan.
Biz istesek de istemesek de çevremizdeki insanlar düşüncelerimizi, duygularımızı ve davranışlarımızı etkiler. Hatta bu insanlar yanımızda somut olarak bulunmasalar da onların muhayyel varlıkları dahi bu etkinin oluşması için yeterlidir. Psikolojide “sosyal etki” olarak ifade edilen bu durum kimi zaman faydalı da olsa, bu etkinin doğurduğu olumsuz sonuçlar da yadsınamayacak derecede fazladır. Zira sosyal etki kimi zaman sosyal baskıya, hatta sosyal zorbalığa dönüşebilir. Sosyal etkinin bu dönüşümü yalnızca bireyin yaşamına daha fazla karışılmasından kaynaklanmaz; bireyin bu müdahaleden etkilenmeye ne kadar meyilli olduğu da sosyal etkinin niteliğini değiştirebilir. Bu bağlamda, “tutunamayanlar”, bu etkinin ağırlığı altında ezilmeye en yatkın gruplardan biridir ve prensleri Selim’in sözcülüğünde bu kusurlarını şöyle açıklarlar:
“ Sezgilerini nasıl ispatlayabilir insan? Sonradan uydurdun derler. Bu ‘diyenler’ olmasa, belki bir şeyler yapabilirdim. Kulaklarımda sürekli uğultu yapan bu sesler, bu ‘diyenler’ beni dermansız bırakıyor. Sözümü bitirmeme fırsat vermiyorlar. ”
Atay, 656
Bu “diyenler”in insanlar üzerinde ne denli olumsuz etkileri olduğu, eminim hepimizin malumudur. Benim bu noktada değinmek istediğim bir diğer husus ise Selim’in sezgilerle alakalı sormuş olduğu “Sezgilerini nasıl ispatlayabilir insan?” sorusu ve bu sorunun hemen ardından yaptığı açıklama. Bu bağlamda sizlere “geri görüş önyargısı” teriminden bahsetmek isterim. Yakın zamanda gerçekleşen olaylar üzerine konuşulurken insanların “ben zaten böyle olacağını biliyordum” dediğini sık sık duymuşsunuzdur. Hatta eminim siz de bu veya benzeri cümleleri hayatınızın belli bir döneminde kullanmışsınızdır. İşte insanların, geçmişte ortaya çıkan olayların gerçekleşeceğini olay yaşanmadan çok önce doğru şekilde tahmin edebildiklerini düşünme eğilimlerine, psikolojide geri görüş önyargısı adı verilir. Oğuz Atay Selim’e, “Sonradan uydurdun derler.” cümlesini söyletip “diyenler”den dert yanarken bu uydurulma durumunun psikoloji tarafından kabul edildiğinin ve terimleştirildiğinin farkında mıydı bilinmez ama; insanların sezgilerini meşrulaştırma çabalarının bilim tarafından kabul görmediği, hatta önyargı taşıyan bir çaba olarak değerlendirildiği açıktır. Eh, aramızda kalsın ama; Selim’le bilimin arası son zamanlarda zaten limoniydi.
Son İsyan
Doğmak, yaşamak ve ölmek… “Tutunamayanlar” için ana rahmine düştükleri anda başlayan haksızlıklar silsilesi, ölüm son sözü söyleyene dek, ruhlarını bir veba misali çürütmeye devam eder. Doğan güneş, yağan yağmur, kaldırımda yürüyen insanlar, akrep ve yelkovanın tıkırtısı ve dahası… Hepsi, “tutunamayan”ı hayatı boyunca çevreleyen ve sıkan haksızlıklar zincirinin birer parçasıdır. Çünkü o haksızlığa uğramak için gelmiştir dünyaya, başkalarına sıradan görünen olaylar ve durumlar dahi her an onun haklarını sömüren hayatın birer unsurudur. Başlarda oldukça tepkilidir tüm bunlara “tutunamayan”, hayatı boyunca da alışamaz haksızlıklara. Fakat zamanla farklı düşünmeye başlar, haksızlıklara karşı sesini yükseltmek yerine, tüm yapılanlara rağmen sessiz kalmayı tercih eder. Bu, “tutunamayan”ın hayat boyunca edindiği nadir tecrübelerdendir; düşe kalka kabullenmeyi öğrenir böylece; belki doğru, belki yanlış… “Tutunamayanlar”ın geçirdiği bu başkalaşımın zihinsel temellerini anlatmak ise bana düşmez, zira prensleri hepsi adına konuşmuştur çoktan.
Oğuz Atay’ın eşsiz eseri Tutunamayanlar hakkında kaleme aldığım yazı dizimin finalini, Selim’in haksızlıklar hakkında söylediği ve “tutunamayanlar”ın iç dünyalarındaki karmaşayı çok iyi yansıttığını düşündüğüm bu harika bölümle yapmak istiyorum. Yazılanlar üzerine herhangi bir yorumum olmayacak. Bir diğer yazımda görüşene dek hepinize sağlık, huzur ve mutluluk diliyorum, hoşça kalın:
“ Haksızlığa uğradığımı sandığım zamanlarda göğsüme doğru bir yumruğun beni sıkıştırdığını hissediyorum. Oysa insan, yalnız davranışıyla değil, içinden de kötülüğe karşı direnmemeli; hayatında kötülüğe direnmekten başka yüksek ve güzel şeyler olmalı ki bütün ilgisini bu konuya toplamasın benim gibi. Bütün vaktini bununla kaybetmesin ve sonunda yorulmasın benim gibi. Her nefes alışında bu cümleyi alıp vermeli insan: kötülüğe karşı direnmeyeceksin. İlk tokadı yediği zaman insan bu gerçeği bilse… yapılan işkenceler önemini kaybeder. Önemsiz bulduğunuz için de işkence yapılmaz size: faydasız hareketlerden kaçınır insanlar. Oysa, yüzünüze bakar bakmaz, gözlerinin ifadesinden, size eziyet etmenin onlar için faydalı olacağını görüyorlar. Ne kadar gözlerinizi kaçırmaya çalışsanız fayda vermiyor, daha beter oluyor. Sizi ölü sanmaları gerekiyor. Bir ölüyü konuşturamayacaklarını bilirler ve vazgeçerler işkenceden. Haksızlığın insan ruhunu nasıl yıprattığını biliyorlar ve bunun için ısrar ediyorlar. Herkesin başına bir sorgu yargıcı dikiyorlar: neden bu sözü söylediniz? Neden mi? Öyle istedi canım. Olmaz. Bir sebep bulmalısınız. Mantık denen bir zehir aşılamışlar. Nedenini bulmak sorumluluğunu duyuyorsunuz. Canım cehenneme, diyemiyorsunuz. Hürriyet, gerçek hürriyet kalkıyor ortadan. ”
Atay, 661-62
Künye: Atay, Oğuz, Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019.
- Yine
- Fırtına
- Orhan Pamuk – Cevdet Bey ve Oğulları
- Hayattan Sahneler 2
- Gece Yarısı Ekspresi Filmi ve Türkiye – ABD Arasındaki Haşhaş Sorunu
Aşağıdaki ikonlar yardımıyla sosyal medya hesaplarıma ulaşabilirsiniz.