Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” adlı unutulmaz romanının ön sözünde, Atay hakkında şunları söyler Ömer Madra: “O, ömrü boyunca hep ‘acele etmiş’tir; bu yüzden de hep ‘geç kalmış’tır. Sürekli bir panik vardır hayatında. Ve işte böyle çılgınca koşuştururken Oğuz, sırtından hiç çıkartmadığı mizah zırhının tangırtısı da dünyayı tutar.”
Tıpkı Madra’nın belirttiği gibi, Oğuz Atay Tutunamayanlar romanıyla; günlük telaşlara kapılıp panik içinde yaşayan bireylerin asıl hayata nasıl geç kaldıklarını, nasıl birer “tutunamayan”a dönüştüklerini, “tangırtı”lı bir mizahla aktarır okuyucularına.
Kitap özü itibariyle, ömrü boyunca bir “tutunamayan” olarak yaşayan Selim Işık’ın adım adım intihara sürüklenişini ve genç bir mühendis, aynı zamanda Selim’in üniversite arkadaşı olan Turgut Özben’in Selim’in geçmişini araştırmak için çıktığı yolda bir “tutunamayan”a evrilişini anlatmaktadır. Tutunamayanlar yazarının hayatıyla bazı yönlerden örtüşmesi sebebiyle kısmen otobiyografik özellikler de taşımaktadır.
Kitabın oldukça uzun olması sebebiyle, sizleri de sıkmamak adına, Tutunamayanlar yolculuğumuz üç bölümden oluşacak. Dilerseniz daha fazla beklemeden, satır aralarına gizlenmiş hazineleri keşfe çıkacağımız serüvenimizin ilk bölümüne başlayalım.

İlk Adım
İnsan tutunamamaya ne zaman başlar, ne zaman bir “tutunamayan” olma yolunda ilk adımını atar? Turgut için bu, Selim’in intihar ettiğini öğrendiği gecenin sabahıdır. O sabah söylediği şu söz, onun “Türk Tutunamayanları Ansiklopedisi”nde kendi adında bir bölüm açmasıdır adeta:
“ Hayat, düşünceleri tutan bir hapishanedir. İnsan, can sıkıcı bir saç demetidir, ben de akılsız bir robotum. ”
Atay, 32
İnsan hayata düşünceleriyle tutunur. Düşünceleriyle tutunduğu hayatın aslında bu düşüncelerini mahkûm eden bir hapishane olduğuna kanaat getiren kişi, özgürlüğüne kavuşmak için kimi zaman hayattan vazgeçer. İşte Oğuz Atay’a göre “tutunamayanlar”ın hikayesi tam da burada başlar. Tutunamayanlar için zihninde her biri hayatın tutsağı olan düşünceler barındıran insan “can sıkıcı bir saç demeti”, bu yapaylığa göz yuman “tutunamayan” ise “akılsız bir robot”tur.
Tecrübeler
Girişte de belirttiğim gibi, Tutunamayanlar, en yalın haliyle, Turgut’un tutunamayışının romanıdır. Turgut için bu sürecin emareleri ilk günden itibaren kendini belli etmeye başlar. Turgut, kendisi için bir meydan okumaya dönüşen direksiyon dersi sırasında, öğrenme ve tecrübe bağlamındaki düşünceleriyle bu durumu net bir biçimde gösterir bizlere:
“ Öğrendikten sonra, bütün zorluklar geride kaldıktan sonra; vücudun her parçasında, başlangıçta bu makina kadar kör ve inatçı olan direnmenin yumuşadığını, dokunmanın mümkün olduğunu gördüğü zaman, yazık ki geçiş sürecini unutuverir insan. İlerde, yeni bir denemeye girmek üzere olduğu anda, hiçbir yararı dokunmaz; ya da dokunmayacakmış gibi gelir yaşanmış olanın. ”
Atay, 36
Hayatı bir ırmak ve tecrübeleri de bu ırmağın içindeki büyük kayalar olarak imgelersek; tecrübelere güvenmek, tecrübelere tutunmak, onlar üzerine “düşünüp” yeni denemelerde bu süreçte öğrenilenlerden faydalanmak hayat ırmağında sürüklenip kaybolmaktan korur insanı. Bu noktada, bir “tutunamayan” olma yolunda ilk adımlarını atmaya başlayan Turgut’un tecrübeleri faydasız ve kullanışsız olarak değerlendirmesi şaşırtıcı değildir. “Yaşanmış olanı” yani tecrübelerin bizzat kendisini unutmak, bunların ileride kendisine yararının dokunmayacağını düşünmek, “tutunamayan”ı hayat ırmağındaki kayalara sarılmaktan alıkoyar ve “tutunamayan” için sonu bir çağlayanda bitecek olan tutarsız bir savruluş başlar.
Kıskanç ve İntikamcı Bir Duygu
Sevdiği bir kimseyi kaybetmek ne acıdır insan için! Hele o kişinin değerini onu kaybettikten sonra daha da çok anlıyorsa insan, bu kayıp onlarca soru işareti bırakıyorsa geride… Bu durumda acı, özlem, pişmanlık ve şüphe bir araya gelip sahip olanı adeta süründüren kıskanç ve intikamcı bir duyguya dönüşür. Bakın Oğuz Atay nasıl tasvir ettiriyor bu duyguyu Turgut’a:
“ Kıskanç ve intikamcı bir duyguydu bu: biraz unutulmaya gelmiyordu. Gizlice büyüyor, eskisinden daha şiddetli bir biçimde ortaya çıkıyordu hiç beklemediği bir anda. Bir davranışta bulunmadan, onunla ilgili bir hareket yapmadan atlatılması imkânsız gibi görünen bir duyguydu. Hüzünlü bir biçimde ele alınmayınca daha zalim oluyordu sanki. Kendisine saygı duyulmasını istiyordu. ” … “ Hem örtülmesi gereken hem de örtüldüğü ona hissettirilince kuvvetlenen bir duygu. ”
Atay, 50
Eminim çoğumuz bu duyguyu hayatımızın belli bir bölümünde deneyimlemişizdir. Bu kaybın bir ölümden kaynaklanması da şart değil aslına bakarsanız; bazen yaşarken de kaybedebilir insan sevdiklerini. Yaşıyorken yahut bedenen yaşamı terk etmişken, Turgut’un dediği gibi bu “hem örtülmesi gereken hem de örtüldüğü ona hissettirilince kuvvetlenen bir duygu”. Henüz geç değilken, sevdiklerine elinden geldiğince sahip çıkmalı insan.
Ne Yapmalı
Tutunamayanlar‘ın böylesine büyük bir şöhrete kavuşmasında, anlattığı hikâyenin yanı sıra barındırdığı felsefik anlatımın da katkısı büyük bana kalırsa. Bunlar içerisinde beni en çok etkileyenlerden biri de Oğuz Atay’ın Selim’in kalemi aracılığıyla ortaya koyduğu “Ne Yapmalı” adlı yazısında bulunan ve toplumları yönetebilmek için kişinin öncelikle kendini yönetebilmesi gerekir, fikrini okuyucularına aşılayan şu bölüm:
“ Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez. ”
Atay, 94
Fazla uzağa gitmeye lüzum yok: Osmanlı’nın kuruluşundan başlayarak günümüze kadar bu toprakları idare eden liderleri incelediğimizde, zayıf kişiliklerin her daim başarısız olduğunu; bu liderlerin ya birtakım isyanlar sonucu alaşağı edildiği ya da yaptıkları hatalarla yönettikleri insanlara büyük ıstıraplar çektirdiği görürüz. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi de Oğuz Atay’ın öne sürdüğü bu düşünceyi destekler niteliktedir. İhtiyaçlar hiyerarşisi piramidinin alt basamaklarını güvenlik ihtiyacı, ait olma-sevme-sevilme ihtiyacı gibi daha temel ve ilkel kişisel ihtiyaçlar oluşturur. Bunları başarıyla gideren kişi, saygı-saygınlık ve bilme-anlama benzeri daha üst düzey ihtiyaçları da karşıladığı takdirde belli kesimleri yönetebilecek nitelikleri kazanmış olur. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde alt basamakları tamamlamadan üst basamaklara geçmek nasıl olası değilse kendini yönetmek hususunda başarı gösteremeyen bir bireyin de geniş kesimleri doğru biçimde yönetebilmesi mümkün değildir.
Hergele Meydanı
Ankara, Ulus’ta bugünkü adı İtfaiye Meydanı olan ve ikinci el eşya pazarlarıyla nam salmış, zamanının en hareketli mekanlarından biridir Hergele Meydanı. Özellikle 1923 yılında Ankara’nın başkent olmasından başlayarak seksenli yılların ortalarına kadar dönemin birçok eserine konu olan meydan, Oğuz Atay’ın çocukluk yıllarını Ankara’da geçirmiş olmasından mıdır bilinmez Tutunamayanlar‘da da kendisine yer bulmuştur. Hergele Meydanı’nın kaybedenleri ve kazananları yahut tutunamayan ve tutunabilenleri olmak üzere iki farklı grubu, Selim’in kalemi aracılığıyla şu şekilde betimler Oğuz Atay:
“ Siz de benim gibi,
Atay, 124
Günleri
Sevgiyle isteyerek
Değil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçek
Bir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin de
Uyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izinde
Gitmekten başka bir kavramı olmayan
Cumhuriyet çocuğu gibi yayan,
Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)
Hergele Meydanında, bu sarı ve tozlu alan
İğrendirmediyse sizi,
Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi
Kaybettiniz (benim gibi).
Oysa,
Aynı Hergele Meydanında,
Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş eden
Berberleri görmeden
Yalnız renkli yanını yaşadıysanız hayatın
Ve hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın,
Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa,
İçinde süt ve salebin olmadığı ‘dondurma
kaymaktan’ tatmadınızsa
(Aynı Hergele Meydanında)
Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka- Selim’in yanında) ”
Hergele Meydanı’nda tıpkı Oğuz Atay’ın Selim’i gibi “pis pis” gezen ve çocukluk yıllarında Atatürk’e layık biri olma idealine kendisini fazlasıyla kaptıran bir diğer taşralı Türk edebiyatı karakteri de Adalet Ağaoğlu’nun “Ölmeye Yatmak” romanındaki Ali’sidir. Takip edenler hatırlayacaktır, bu kitapla ilgili bir yazımı daha önce sizlerle paylaşmıştım. Okumayanlar veya tekrar okumak isteyenler buraya tıklayarak yazıma ulaşabilirler. İki karakterin karşılaştırılmasında dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu ki Atay’ın Selim’inin aksine Ağaoğlu’nun Ali’si, Hergele Meydanı’nda bir kaybedene, bir “tutunamayan”a dönüşmemiştir. Bu da bizlere gösteriyor ki yaşantı ve çevre kişiyi “tutunamayan”a dönüştüren önemli etmenler olsa da bu hususta içsel eğilimlerin etkisi de göz ardı edilemez.
Çıkarlar
Oğuz Atay kitabında, Selim’in Ankara’da askerlik için bulunduğu sırada kaleme aldığı beş adet şarkıya ve Selim’in o süreçte tanıştığı Süleyman Kargı adındaki arkadaşının bu şarkılar üzerine yaptığı açıklamalara yüz yetmiş altı sayfa gibi uzun bir bölüm ayırmış. Hem şarkıların kendisinde hem de açıklamalarında oldukça anlamlı ve etkileyici kısımlar göze çarpmakta. Selim’in “Üçüncü Şarkı”sından bir bölümü “Hergele Meydanı” başlığı altında sizlerle paylaşmıştım. Şimdi ise Süleyman Kargı’nın, Selim’in yazdığı “İkinci Şarkı”daki “Hayattan yok çıkarım” mısrası üzerine yaptığı şu yorumları dikkatinize sunarım:
“ Oysa… çıkarlarını düşünmeyenler unutulacaklardır. Her olayda bir kenara çekilenler gerçekten de bir kenarda kalacaklardır. ” … “ Hayattan çıkarı olmayanların, ölümden de çıkarı olmayacaktır. Ölüm bile onların adlarını duyurmaya yetmeyecektir. ”
Atay, 201
Ben kişisel çıkarların en çok da sosyal yaşamın birer ürünü olarak çıkar ilişkisi boyutunda var olduğuna inanlardanım. Nasıl ve kimle kuruluyor olursa olsun, her sosyal ilişki kişisel çıkarlar üzerine inşa edilir. Mevzu bahis çıkarlar olduğunda, bunların her birini etik dışı görmek de doğru değildir. Nihayetinde, anne ile evladın birbiriyle olan ilişkisi dahi belirli çıkarlar etrafında şekillenir. Ancak bazı çürük ilişkilerde olanın aksine bunlar, çoğunlukla anne-evlat ilişkisini güçlendirecek ulvi nitelikler taşımaktadır. Bu bağlamda, “Hayattan yok çıkarım” demek sosyal ilişkilerden mümkün olduğunca kaçarak, var olanlara da tutun(a)mayarak Süleyman Kargı’nın da söylediği gibi her olayda bir kenara çekilmektir. Nitekim, hayattan bir çıkarı olmayan Selim’in kendi hayatına son vermesi dahi onun adını duyurmaya yetmeyecektir.
Tarih
Elbette bu beş şarkı ve açıklamaları içinden sizlerle paylaşmayı arzu ettiğim daha onlarca kısım var; dileyenler ilgili bölümleri, hatta tüm kitabı baştan sona okuyarak bu kısımları keşfedebilir ve keyifli zaman geçirebilir. Ancak şu an için kitabın bu bölümünden yaptığım alıntıları Süleyman Kargı’nın, “Gene böyle yaldızlı ve…” dizesine atfen, tarih hakkında yaptığı şu açıklamalarla sonlandırıyorum:
“ Tarih bir tahriften ibarettir. Tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil. ”
Atay, 231
Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “Tahrif”, bir şeyin aslını bozma, kalem oynatma ve değiştirme anlamlarına gelmektedir. Bu bağlamda, “Tarih bir tahriften ibarettir.” cümlesini anlamlandırabilmek için öncelikle tarihin, yaşanmış olan gerçekliğe rağmen, tarihi yazanın ellerinde şekillenen bir anlatı olduğunu fark ve kabul etmek gerekir. Tarihin bir tahrif unsuru olduğunu öne sürmek, tarihi yazanların yaşanmış gerçeklikleri kendi yarar ve çıkarlarına uygun olarak, taraflı bir biçimde aktardıklarına inanmaktır. Resmî tarih yazıcılığı, bu inanışın doğruluğunu kanıtlayan özellikler taşır. Zira iki farklı ülkenin aktörü olduğu tarihî olaylar, bu iki ülkenin resmî tarihlerinden ayrı ayrı okunduğunda kayda değer farklar göze çarpacaktır. Resmi tarihçilerin kendi ülkelerinin menfaatini düşünerek buna uygun eserler ortaya koyması şaşırtıcı değildir. Bu gerçeklik bir Afrika atasözünde şu şekilde ifade edilir: Aslanlar arasından tarihçi çıkmadığı sürece avcılık tarihi her zaman avcıyı yüceltecektir. Ancak “Tarih bir tahriften ibarettir.” cümlesini tamamıyla doğru kabul etmek de mantıklı değildir. Zira bu önermenin doğruluğundan veya yanlışlığından emin olmak imkân dışıdır. Bu noktada tarih yazanlara Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözünü hatırlatmak ve onların bu zihniyetle ürün ortaya koymaları ummak gerekir: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
“Tarih bir tariften ibarettir.” sözünü takip eden iki cümle de benzer şekilde yoğun anlamlar içerir. “Tarih, geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir; ama görülürken değil.” cümleleri tarih biliminin önemli özelliklerine ışık tutar. Tarihin geçmişten geleceğe uzandığını vurgulamak, tarihî olayların süreklilik göstermesinden kaynaklanan ve tarihî olayların değerlendirmesinde önemli bir yer tutan neden-sonuç ilişkisini akıllara getirir. Bu bağlamda, ilgili cümlede kurulan tarih-rüya benzerliğini bir mantık çerçevesine oturtmak hiç de zor değildir. Rüya görüldüğünün bilincinde olunsun ya da olunmasın, bunların yorumu ancak rüya tamamen sona erdikten sonra yapılabilir. Zira bunlar, insan yaşamındaki belirli olaylarla kurulan “mantıksal” ilişkiler yoluyla tam bir anlama kavuşabilir. Benzer şekilde, tarihî olaylar da yaşananların geniş çaplı etkileri ve sonuçları tam olarak gözlemlenmeden doğru şekilde yorumlanamaz. Dolayısıyla tarihin yorumlanabilmesi için tarihî olayın sona ermesi ve tesirlerinin net bir biçimde ortaya çıkması gerekmektedir.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanı için kaleme aldığım yazı dizisinin ilk bölümü tarih üzerine yaptığımız bu tartışmayla sona eriyor. Yazı dizisinin ikinci ve üçüncü bölümleri birer hafta arayla yine burada olacak. Bir sonraki yazıda görüşene dek esen kalın!
Künye: Atay, Oğuz. Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019.
- Yine
- Fırtına
- Orhan Pamuk – Cevdet Bey ve Oğulları
- Hayattan Sahneler 2
- Gece Yarısı Ekspresi Filmi ve Türkiye – ABD Arasındaki Haşhaş Sorunu
Aşağıdaki ikonlar yardımıyla sosyal medya hesaplarıma ulaşabilirsiniz.