Kemal Tahir – Esir Şehrin İnsanları

5 1 oy
İçeriği Oylayın

Herkese merhabalar! Bugün blogumda yeni bir yazı serisine başlıyorum. Bu seride, okuduğum kitapların sayfa aralarına gizlenmiş; bazen güldüren, bazen öğreten, bazen düşündüren kısımları sizlerle paylaşacağım.

Bunlar internette veya diğer kaynaklarda oldukça fazla bulunan kitap özeti, kitap analizi gibi dokümanların aksine daha özel, kitabın genelini pek de yansıtmayacak cinste yazılar olacak. Zira amacım sıradanlaşmışın dışına çıkmak ve kitapların bütünde anlattıklarından hariç ne denli zengin içerikler barındırdığını gösterebilmek.

Lafı daha fazla uzatmadan, üzerinde çalışacağım kitabı tanıtarak asıl konuya geçiş yapıyorum. Bugün sizlerle paylaşmak istediğim eser, başlıkta da görmüş olduğunuz üzere, büyük yazar Kemal Tahir tarafından kaleme alınmış, Esir Şehir Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Esir Şehrin İnsanları.

Kemal Tahir – Esir Şehrin İnsanları

1919 yılının İstanbul’unda geçen ve mütareke döneminin siyasi, sosyal, ekonomik hayatını, kurtuluş mücadelesi çevresinde ele alan Esir Şehrin İnsanları, Kemal Tahir’in ustaca dokunuşlarıyla beraber yalnızca geçtiği dönemi anlatmakla kalmayıp adeta yaşatıyor okuyucularına.

Din ve İnanç

Dönemin şartları, deyince din ve inanç bugünkü gibi olmazsa olmazlardan tabii. Bakın Kemal Tahir Anadolu insanının yıllardan beri süre gelen inanç yapısını kitabın dervişi Fuat Mahir Bey’in ağzından nasıl izah ediyor:

” Araplar mezhep kurucusudurlar. Biz Türkler tarikat kurucusuyuz. Arap mezhepleri Sufiliğe, Türk tarikatları tasavvufa dayanır. Tasavvufa göre dünyada her şeyden önce güzellik vardı. İbadet bu güzelliğe tutkunluktur. Bu sebeple Türk’ün bağlanacağı inanç Allah korkusundan değil, Allah sevgisinden gelir. Okudukça tasavvufun yalnız Türk’e mahsus bir yol olduğunu anladım. Türk illerinde doğmuş, Anadolu’da gelişmiştir. Türk tasavvufu, Şamanlıkla İslamlığın karışımıdır. Buna biraz da yeni Platonculuk katılmış Roma Anadolusu’ndan kalıntı… Daha doğrusu Stoisizm… Anadolu’ya Şeyh Ahmet Yesevi adına halifeleri yaymıştır tasavvufu… Bunların hepsi dünyadan el çeken basit köylülerdir bence… Pir Dede, Keyifli Baba, Horoz Dede, Abdal Musa, Avşar Dede, Akyazılı Baba, Kudümlü Baba Sultan, Sarı Saltık… Bunlar köylü halkı etkilemişler, Anadolu’nun İslamlaşmasını, bir anda Türkleşmesini sağlamışlar. Anadolu bu tohuma o kadar uymuş ki, Yunus Emre gibi kocaman bir dahi sanatçı yetiştirmiş… “

Tahir, 71

Yazar bu bölümde okuyucularına, Anadolu insanının inanç dünyasında oldukça önemli bir yer tutan tasavvuf felsefesinin en saf halini aktarmakta. Orta Asya Türklerindeki tanrı inancın temelini oluşturan Şamanizm’in ve ilahi dinlerin sonuncusu olan İslamiyet’in harmanlanmasıyla ortaya çıkan Türk tasavvufunun, Yeni Platonculuk ve Stoacılık’tan da nasibi almış olduğunu belirtmekte Kemal Tahir.

Felsefenin bazı temel sorunlarına, “Her şey Tanrı’dır.” inancını taşıyan panteist bakış açısıyla yanıt arayan Yeni Platonculuk’la, tasavvuf inancındaki yaratanla yaratılanın birliğini öne süren vahdet-i vücud anlayışının örtüştüğü bilinmekte . Bunun yanında, koşulsuzca insan sevgisine sahip olmanın Stoacılık’taki ehemmiyeti, Türk tasavvufunun ana öğretilerinden olan “yaratılana sevgi duymak”la benzerlik gösterdiği de bilinen bir gerçek. Yazarın tüm bu ayrıntıları bizlere böylesine bir diyalog içerisinden aktarması gerçekten etkileyici.

Bu noktada şunu söylemeden geçemeyeceğim: Her geçen gün biraz daha Araplaşan, karşılıklı saygı ve sevgisini yitiren toplumumuzda tasavvuf tohumlarının en saf haliyle yeniden filizlenmesi; saygıya, sevgiye ve güzelliğe dayalı inancın insanlarımızın yüreğinde tekrar yer etmesi; hepimizin bu süreçte en büyük temennisi olmalı.

Mandacılık (Biraz Tebessüm)

Kitabın içerisine yer yer komik kısımlar da eklenmiş. Kitabın uzunluğu düşünüldüğünde bu kısımların okumayı daha eğlenceli hale getirdiği aşikâr. Beni en çok güldüren bölüm ise Çanakkaleli seyyar satıcılar arasında geçen bir konuşmadan:

” Ben onu bunu bilmem, bu rezillik Amerika’nın koca kömüş mandası gelip yetişmeden basılmaz! Manda da neymiş? İlintisi nedir? Manda işi çok önemli! Manda geldi mi ne Yunan kalacak ne okulun gâvur subayı… Hepsi temiz! Dur yahu! Nasıl bir mandaymış bu yere batasıca… Bildiğimiz su kömüşü mü? Evet, bildiğimiz su kömüşü, ya ne sandın? “

Tahir, 15

Ateşkes döneminde işgal altında olan Osmanlı’da, Amerikan mandasını kabul etmek, yani Amerika’nın koruyuculuğunda ve himayesinde bir yönetim anlayışı benimsemek en güvenilir kurtuluş çarelerinden biri olarak görülüyordu. Amerikan mandası, deyince Amerika’dan gelecek, Anadolu’da camız, camış, kömüş olarak da bilinen, yavrusuna malak denen boynuzlugiller ailesinden hayvanların kastedildiğini sananlar da oluyormuş demek.

Güldürü unsurları barındırmasının yanında, mütareke dönemi insanının bilgisizliğine, sorgulayıcı olmayışına ve cahilliğine vurgu yapması açısından da oldukça değerli bir kısım bana kalırsa. Yazarın özellikle Amerikan mandası taraftarlarını eleştirmek için böyle bir bölüm kaleme almış olması da muhtemel.

O dönemde Amerikan mandasını hayvan sanan insanlar olup olmadığını bilmiyorum ama cahil kimselerin bugünkü gibi ülkeye ve millete çok büyük zararlar verdiğine eminim.

Sanat İçin Sanat

Her devir birçok sanatçı yetiştirir fakat bunların pek azı hatırlanır. Mütareke dönemi de iyisiyle kötüsüyle çokça sanatçı barındırmıştır. Marksizmin toplumcu ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olan ve toplum sorunlarından kaçmayı ödleklik olarak tanımlayan Kemal Tahir, şiir ve şairlerle ilgili görüşlerini romanın cefakâr ve vatansever kadını Nedime Hanım’ın ağzından ne de güzel açıklıyor:

” Oysa biz bugün şiire ne kadar muhtacız! Kavgacı şiire… Ben ‘Sanat sanat için,’ yahut ‘Sanat güzellik için…’ falan diyenlerin ne demek istediklerini şimdi anladım. ‘Sanat sanat için’ demek, ‘Sanat kuvvetlinin emrinde’ demek… Bize sanatlarıyla yardım etmeyenler, son hesaplaşmada kime yardım etmiş oluyorlar?…

Onlara demeli ki… ‘Asıl ödevinizi yapmıyorsunuz… Bundan kaçıyorsunuz… Karışık, karanlık, maskara lafların arkasına sinmeniz bundan… Hem bu memleketin ahalisini en büyük tehlike karşısında yalnız bırakıyorsunuz hem de o ahalinin sanatınız önünde secde etmesini istiyorsunuz.’… “

Tahir, 225-226

Sanatın yalnızca toplum için olmasını beklemek, sanat eserinde her zaman toplumsal yarar ummak mantıksız ve bencilce benim düşünceme göre. Lakin sanat eserinin ve sanatçının içinde bulunduğu toplumdan ve yaşadığı dönemden kopuk olmasını da tasvip edemiyorum. Hele ki emperyalizmin süngüleri altında meyus zamanlar geçiren bir ülkede sanatçıların suya sabuna dokunmayan bir tavır takınması kesinlikle kabul edilemez. Nedime Hanım’ın söylediği gibi o tür zamanlarda “Bize sanatlarıyla yardım etmeyenler, son hesaplaşmada kime yardım etmiş oluyorlar?”

“Karı Milleti” (Gülümse)

Malum, Mondros Ateşkes Antlaşması sonrası İstanbul işgal edilmiş, düşman askerleri her yerde. İşgale direnen, Anadolu’daki mücadeleye yardım eden kişiler bizzat kendi devletleri tarafından cezalandırmakta. Bu noktada yakalanan kişilerin beraber çalıştığı insanları ele vermemesi çok önemli. Yoksa direnişin sürekliliği ve başarısı tehlikeye girecek. Gülcemal vapuruyla Anadolu’ya bazı önemli belgeler götürmek üzereyken yakalanan vapurun kahvecisi Ramiz Efendi’nin, İstanbul’daki direnişin en önemli isimlerinden Nedime Hanım’ı ele vermemek için onla ilgili sorulan soruya verdiği yanıt ise oldukça komik:

” Kimmiş Nedime? Herkes aftosuna sahip olsun, Yüzbaşım! Benim, karı milletiyle evvel eski başım hoş değildir. Yüzbaşı baba! Biz tulumbacılar karıya tapmayız. Zaten ben ikinci karıyı boşadım da gemiye kahveci yazıldım. Neden dersen, birincisini de gözüm görmesin diyerek…”

Tahir, 295

Yıllar geçse de bazı yetenekler kaybolmuyor. İstanbul’da hâlâ Ramiz Efendi gibi laf cambazları olduğuna bizzat kendim şahit oldum. Bir anda böyle sözleri ardı ardına sıralayabiliyor olmaları takdire şayan değil mi sizce de?

Mahpushaneler

Suç ve ceza insanlık tarihi kadar eskidir. Geçmişten bu yana zindan, hapishane, cezaevi, mahpushane gibi farklı isimlerle anılan, insanları belli bir bölgede belirli bir süre tutmak üzere tasarlanmış mekanlar, suçlularının cezalandırılmasında kadim zamanlardan beri kullanılmaktadır. Mahpushanelerin ne tür yerler olduğunu, bir ceza aracı olarak nasıl kullanıldığını Kemal Tahir roman kahramanı Kamil Bey’in zihninden iç monolog tekniğiyle nasıl aktarmış, dilerseniz bir göz atalım:

” Yusuf Peygamber’den bu zamana kadar dünyada her şey, akıl durduracak derecede değiştiği halde, bugün, yirminci asırda, mahpusluk yine de aynı kalmış, demek ki gökyüzünde, denizaltında insan zekâsı henüz mahpushaneden daha korkunç bir işkence bulamamıştı.

Dipdiri bir adamı, sınırsız ihtirasları, hayal etmek gücü, öfkesi, aşkı, evlat sevgisi, çalışma yetenekleriyle bir yere kapatıyorlar. Orada bazen tek başına, bazen kendisi gibi kıstırılmış, umutsuz, öfkeli arkadaşlarıyla beraber yüzüstü bırakıyorlar. Kapılarının anahtarlarını da, köyüne gitmek elinde olduğu halde gönül rızasıyla burada kalan İbrahim gibi hayvanlara teslim ederek…

İnsan kardeşliği… Şefkat… Af… Hep masal… Kapatanlarla kapatılanlar arasındaki düşmanlık yırtıcı hayvanları bile ürkütür. Ormanın yırtıcılarında yırtıcılık açlığı giderene kadarmış. İnsanlar arasındaki yırtıcılık, -ekmeğe, kadına, hatta yaşamaya dahi- tıka basa doymuş olsalar yine sürüyor. “

Tahir, 381

Realist bir yazar olan Kemal Tahir, bu cümlelerle mahpushane ve mahpusluk gerçeğini saf ve çarpıcı bir biçimde ifade etmiş. Yazdıklarıyla okuyucuya hapishane ortamını ve bu ortamın insanın düşünce dünyası üzerindeki sarsıcı etkisini oldukça yoğun biçimde hissettirmiş kanaatimce.

Cesur Adam

Yazar, İstanbul’a döndükten sonra vatan sevgisini yeni yeni hissetmeye başlayan Kamil Bey yoluyla “cesur adamı” öyle bir niteliyor ki okurken yazılanları işleyip anlamdırabilmekte zorluk çekiyor insan:

” Cesur adam, o korkak adamcağızdır ki cesaret isteyen yerde, hele diğer insanların önünde korkuya yenilmez. Her şeyi sarsan korkuya rağmen dizlerini bükmemeyi, sesini kaybetmemeyi, ayakta kalmayı becerir. En garibi de, bu kuvveti de ona karşısındakiler, yani kendisini korkutanlar verir. “

Tahir, 401

Cesareti, “cesur” ve “korkak” tezatlığında okuyucuya sunan yazarın bu tezatlıkla “cesurlar korkmaz” düşüncesine karşı çıktığı aşikâr. Herkes korkar fakat bir tek cesurlar korkuya yenilmez, diyerek yazarın düşüncesini yeniden ifade etmek mümkün. Okundukça anlam kazanan, okundukça derinleşen cümleler, öyle değil mi?


Ateşkes dönemi İstanbul’unu ve İstanbullusunu tanıtması açısından, içeriği ve diliyle oldukça keyif alarak okuduğum bir kitaptı Esir Şehrin İnsanları. Elbette paylaşmaya değer kısımları bu yazdıklarımla sınırlı değil. Sizler de bu güzel romanı okuyarak sizi etkileyen bölümleri yorum olarak yazabilir ve yeni okuyucular için bir kılavuz teşkil etmesini sağlayabilirsiniz.

Kemal Tahir – Esir Şehrin İnsanları romanı için hazırladığım yazı burada sona eriyor. Hazırladığım içeriği beğendiyseniz yazıyı paylaşabilir; görüş ve önerilerinizi yorum yaparak tarafıma iletebilirsiniz. Bir sonraki kitap paylaşımında görüşene dek, hoşça kalın!


Künye: Tahir, Kemal, Esir Şehrin İnsanları, İstanbul: İthaki Yayınları, 2015.



Aşağıdaki ikonlar yardımıyla sosyal medya hesaplarıma ulaşabilirsiniz.


5 1 oy
İçeriği Oylayın
guest
2 Yorum
Beğenilenler
En Yeniler Eskiler
Satır Arası Geri Bildirimler
Tüm yorumları görüntüle
Pade
Pade
16 Kasım 2019 04:09

Bu kitabı ben de okudum. Çok beğenmiştim. Güzel bir yazı olmuş. Din ve inanç olarak adlandırdığınız kısım benim de ilgimi çekmişti.